Saçı Kısa ise Aklı Uzun mudur? “MANSPLAINING”
28 Eylül 2020
Genel, KÖŞE YAZARLARI, Tuğba Aydın
Mansplaining, İngilizcede man (erkek) ve splaining (izah etme veya açıklık getirme) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan ve “birine, karakteristik olarak bir erkek tarafından bir kadına, küçümseyici veya büyüklük taslayan bir biçimde bir şeyler anlatmak” anlamına gelen bir ihtira. The Atlantic dergisinden Lily Rothman’ın tanımına göre mansplaining, “bir şeyin, anlatımı dinleyen kişinin anlatan kişiden daha fazlasını bildiği gerçeğine aldırış edilmeden anlatılması, bunun genellikle bir erkek tarafından bir kadına yapılmasıdır”. Feminist yazar Rebecca Solnit, bu fenomeni “aşırı özgüvenin ve bihaberliğin kesişimi” olarak yorumlamıştır.
Türkçe’ye erkekleme olarak çevrilmiştir.(1)
Ayrıca bu kavrama ek olarak ton pisliğini de anmak, anlamak gerekir.
Ton polisliği veya ton argümanı (İngilizce: tone policing), bir çeşit ad hominem ve genetik safsata yoluyla karşı argüman üretme çabası. Bu yöntemi kullanan bir kişi bir ifadenin geçerliliğini, o ifadenin ne anlama geldiğini hedef alarak değil de o ifadenin nasıl söylendiğini ya da nasıl sunulduğunu hedef alarak azaltmaya çalışır.
Bailey Poland, Harassment, Abuse, and Violence Online adlı kitabında ton polisliğinin sıklıkla kadınları hedef aldığını belirterek “ayrıcalık merdiveninde” daha üstte olanların daha altta olan muhalifleri susturmak için bu yöntemi kullandığını yazdı.
Keith Bybee, How Civility Works adlı kitabında feministlerin, Black Lives Matter göstericilerinin ve savaş karşıtlarının eylemler sırasında “sakin olmaları ve daha kibar davranmaları” şeklinde uyarıldığını yazdı. Bu uyarıyı ton polisliğinin bir örneği olarak gösteren Bybee, böylece bir otoritenin mevcut olan soruna ya da haksızlığa odaklanmaktan ziyade sorunun nasıl dile getirildiğine odaklandığını ve sonuç olarak da mevcut olan soruna odaklanılmasının önüne geçtiğini öne sürdü.(2)
Konunun tanımsal boyutunu kavradıysak şimdi uygulamalarla da iyice anlatalım.
Hani bazen kendinizi bir şey anlatırken karşıdaki kişinin sizin sözlerinizden cımbızlayarak seçtiği kasıtlı ifadeler üzerinden size âdeta saldırdığını hissedersiniz. Yahut tartışmanın seviyesini aşağı çekmeye çabaladığını, sizi aşağılamaya çalıştığını, söylediklerinizi alaya aldığını, hatta söyleyiş biçiminize takılarak sizi rencide etmeye çalıştığını hissedersiniz. Özellikle de sizden yaşça büyükse bu kişi size alttan alta verdiği yegâne mesaj şudur; sen giderken ben geliyordum.
Bana soracak olursanız zaman sadece armutları olgunlaştırır. Sırf dünyaya birilerinden daha önce geldiği için ‘büyüklerimize’ koşulsuz şartsız itaat etmek ve söylediklerini doğru kabul etmek mantık dışı bir davranış olur. Yaş almak ile tecrübe kazanmak her ne kadar doğru orantılı görülse de kişinin seçimleri, ilişkileri, davranışları, düşünceleri, eğitimi, kendini yetiştirmesi gibi değişkenlerin tecrübe kazanmak için daha etkili olduğunu düşünüyorum. Bu demek değil ki yaşça büyüklerimizin söylediklerine hiç aldırmayalım yahut onlara saygılı davranmayalım. Ancak saygının yaştan değil de saygı gösteren kişinin kendi değerlerinden meydana gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Yalnızca yaşça büyüklere değil yaşıtlarımıza, küçüklerimize, tüm insanlara ve tabii ki tüm canlılara saygı göstermeliyiz. Çünkü saygının, saygı gören kişiyle bir ilgisi yoktur; saygı, onu gösteren kişinin erdemidir. Öteki türlüsü yaltaklanmak olur. Bu da kişisel değerlerin ve etiğin olmadığının ispatıdır.
(Gönül tüm canlılardan yana olmakla birlikte en azından tüm insanlarla yetinelim) İnsanlar arasında iletişimin ve ilişkinin temel kabulü saygı olmalıdır. Yaşınız, statünüz, cinsiyetiniz sizi başkalarından daha bilgili veya üstün kılmaz. Haydi kıldı diyelim, bu bilgileri karşınızdakini küçük görür biçimde ifade ederseniz işte “mansplaining” yapmış oluyorsunuz. Kelime köken olarak erkeklerin özellikle kadınlara karşı “Sen ne bilirsin?”, “Saçı uzun, aklı kısa.” alt metinleriyle yaklaşımlarından doğmuş olsa da bu durum cinsiyetten de bağımsız esasında. Ama olayın erkekten yola çıkma durumu ne yazık ki abartı değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu kadını, erkeği kabul etmeli. Özellikle statü olarak eşit veya yakın olduğumuz kişiler tarafından bu duruma çokça maruz kalıyoruz kadınlar olarak. Benden yaşça büyük erkek meslektaşlarımdan duyduğum mansplaining örneği cümlelerde bir seçki yapayım mesela;
“Sen daha dünkü çocuksun.”
“Siz böyle alıştınız tabi, bizim zamanımızda büyük karşısında böyle oturulmazdı bile.”
Bunlar dile gelmiş olanlar. Dile gelmeyip de sessiz sedasız ve hatta bizim bile normal sayıp kabul ettiğimiz örnekleri de var. Misal bir kurulda başkan seçilecekse yaşı büyük, cinsiyeti erkek olanın aday gösterilmesi ve seçilmesi. Yaşça küçük “hanım kızlarımızın” da Türk filmlerinden hareketle “yaz kızım” rolüne ancak lâyık görülmesi…
Bir de en yakınlarımız babalarımızdan da bunu çokça görmüşüzdür. (Görmeden büyüyen, çocuk değil de birey yerine konulan hemcinslerime selam olsun!)
“Ah kızım ah, siz ne gördünüz de ne biliyorsunuz?”
Sonuna soru işareti koyduğuma bakmayın, bu elbette bir soru cümlesi değil. Açık açık “Sen bir şey bilmiyorsun.” demek. Bu toplumsal bir kanser aslında. Kimlerde varsa genetik olarak onun soyundan, etrafından sürüp gidiyor. Buna maruz kalanlar, büyüyüp sıra onlara gelince kendinden öncekilerden aldığı bayrağı taşıyor. Şiddet de böyle değil mi aslında? Şiddeti gören öğreniyor, vaktinin geldiğini gücünün yeteceğini düşündüğü anda da kendisi şiddet uygulamaya başlıyor. Bu da bir çeşit pskilolojik şiddet zaten. “mansplaining”e uğrayan kadın olsun erkek olsun o da “mansplaining” yapıyor.
Zannetmeyin ki bu yazıdan kendimi tenzih ediyorum. Kişisel olarak ben de çaresiz kaldığım tartışmalarda, karşı tarafı incitmek istediğimde, derdimi anlatmak değil de sadece empoze etmeyi hedeflediğimde, anlamak için değil de cevap vermek için dinlediğimde çokça başvuruyorum bu merete. Otuz yaşıma varmak üzereyim. Belki son üç beş yılım sadece kendimi tanımaya, anlamaya, anlamlandırmaya çalışmakla geçiyor. Çocukluğum, ailem, davranışlarım, düşüncelerim, kabullerim… Hepsini bir imbikten geçiriyor, âdeta mikroskopla inceliyorum. Ne kadar ben olmadığımı, aslında hep çevrem tarafından kesilip biçilen bir kumaş olduğumu görüyorum. Belki ne işe yarar parçalarım vardı, atılıp gitti. Yahut bende olmaması gerekenler ısrarla önemli zannettirildi.
Şimdi benden kesilip atılan o parçaları alıp inceliyorum, “aslında fena değilmiş” dediklerimi yamayabildiğim kadar yamıyorum. Ya da kumaşımın en ortasında koca bir delik açma pahasına da olsa benden hissetmediğim kısımları acıyla yırtıp atıyorum. Zor yamanacak belki ama böylesi daha iyi, böylesi daha benden.
Toparlayacak olursak; kadınlar olarak maruz kaldığımız, adını bildiğimiz onca şiddetin arasına yaşadığımız bir tanesinin daha adını eklemek istedim. Ancak işin temelinde şu var; kadınlar olarak bize bu şiddetin bin bir çeşidini tattıran toplumdan ayrı büyümedik. Hem mağduru hem faili oluyoruz bizler de. En hoşlanmadığımız şeyleri bir bakmışız biz de yapıyoruz; dedikodu, aşağılama, hakarete varan yersiz eleştiri, başkalarının hayatı hakkında söz söyleme gafleti… Aslında kadını erkeği yok. Önce kendimizden başlamalıyız bir şeyleri değiştirmeye, düzeltmeye. En azından yanlışımızı kabul etmeye. Öteki türlüsü zaten cehennem.
Dipnot:
(1) tr.wikipedia.org
(2) tr.wikipedia.org